Nobel Barış Ödülü bu yıl Venezuela muhalefetinden María Corina Machado’ya verildi; Machado da ödülü, “davalarına kararlı desteği nedeniyle” Donald Trump’a ithaf etti. Bu tek cümle, günümüz faşizminin “barış”ı nasıl tersyüz ettiğini göstermeye yetiyor. Trumpçı çizgi, savaş ve barışı yeniden tarif ediyor: Savaş yalnızca bombalarla yürütülmüyor; yaptırımlar, finansal abluka, “narko-devlet/terör” etiketleri ve medya anlatılarıyla genişliyor.
Barış ise halkların kendi kaderini tayini değil; “doğru” haminin şemsiyesine girmek anlamına geliyor. Rakip iktidar “kriminal” ilan edilirken, karşısındaki muhalefet “demokrasi vitrini” olarak parlatılıyor; siyasal alan emperyal merkezin çizdiği sınırlar içinde yeniden kuruluyor.
Venezuela örneğinde bu mekanizma çıplak. “Narko-devlet” söylemi, petrol jeopolitiği ve finans hegemonyasıyla iç içe ilerleyen bir kriminalizasyon stratejisi sunuyor: Ekonomik kuşatma ve askerî baskı “suçla mücadele” etiketiyle makyajlanıyor. Tam bu anda, yerel muhalefet içinden emperyal çerçeveyle uyumlu figürler seçilip öne çıkarılıyor.
Machado, yalnızca Washington’la değil, İsrail’le de hizalanmaya dönük net mesajlar vermiş bir siyasetçi. İktidara gelmesi hâlinde ilişkileri hızla normalleştirme ve büyükelçiliği Kudüs’e taşıma yönündeki beyanları, Chávez döneminde Gazze nedeniyle koparılan hattın tersine çevrilmesi demek. Latin Amerika sahasında İsrail’le uyum, Washington merkezli güvenlik ve ekonomi blokuna entegrasyon sinyali olarak okunduğunda, Nobel’in parlatması da bu eksen kaymasıyla üst üste biniyor.Fosil kapitalizmi bu tablonun tam merkezinde duruyor.
Venezuela’nın yeraltı zenginliği (petrol) ile dünya pazarındaki dolaşım ağları arasında kurulan bağ, sadece bir enerji meselesi değil, bir birikim rejimi meselesi. Ödülün ekonomi politiği tam burada netleşiyor: “Petrol fiyatı – yaptırım – donanma gösterisi” aslında tek bir baskı kolu. Merkez ülkeler yaptırımlarla sigorta, bankacılık ve deniz taşımacılığını kısıtladığında, Venezuela petrolü pazara çıkamaz hâle gelir.
Taşıma ve finansman pahalanır, fiilen arz daralır, fiyat yükselir; merkezde de hayat pahalılığı artar. Aynı güçler ardından geçici muafiyetler ve istisna lisansları açarak “kim, hangi koşulla petrol alabilir”i belirler. Böylece yalnızca fiyatı değil, petrol gelirinden kimin pay alacağını da sermaye lehine düzenlerler. Zor (filo, güç gösterisi) ile hukuk (yaptırım, finans kuralları) birlikte işlediğinde, çevre ekonomiler itaate zorlanır; içerideki muhalefet de bu düzene rıza üretmeye itilmiş olur.
Bu, fosil kapitalizmin kriz çağındaki temel tekniğidir: “barış”, emekçi sınıfların maddi güvenliği değil, karbon temelli değerlenmenin sürekliliği üzerinden tanımlanır.Bugünün “yeşil dönüşüm” dili dahi, çoğu kez fosil kapitalizminin yeniden düzenlenmesi anlamına geliyor: bir yandan çevre söylemi yükseltilirken, öte yandan yaptırım ve lisans mimarileriyle fosil akışların kime, hangi şartlarda değer kazandıracağı belirleniyor.
Venezuela gibi ülkeler, ya “narko-devlet” yaftasıyla dışlanıp boğuluyor ya da “uyum” şablonları üzerinden fosil zincire farklı bir halka olarak yeniden eklemleniyor. Kısacası, barış/çevre retoriği çoğu kez karbon düzeninin siyasal mühendisliği ile iç içe geçiyor.Latin Amerika solunun meseleye bakışı iki ana hatta ayrılıyor; ortak payda ise berrak.
Bir hat, anti-emperyalizm ve halk egemenliği vurgusuyla, darbelerden borç krizlerine ve yapısal uyum programlarına uzanan hafızanın öğrettiği kuşkuyu diri tutuyor; “barış”ı yaptırımın inceltilmiş hâli değil, emek hakları, kamusal yatırım, gıda-enerji egemenliği ve demokratik katılımın genişlemesi olarak tanımlıyor. Diğer hat, otoriterleşme ve yolsuzluğa karşı ilkeli bir konumu savunuyor; seçim güvenliği, keyfî tutuklamalar, şiddet ve yoksullaşmayı eleştirirken, bu eleştiriyi dışarıdan dayatılan şablonlarla uzlaşmaya indirgemiyor. Bu çerçevede ödülü kınayanlar, kararın barışı değil; yaptırım merkezli güvenlik mimarisini, ABD-İsrail’le uyumlu ekseni ve fosil kapitalizminin bölgesel tahkimini meşrulaştırdığını belirtiyor.
Venezuela toplumunun demokratik nefes alma arzusunun görünür kılınmasını önemli bulanlar bile, bu arzunun Trumpçı çizgiye tercüme edilmesine itiraz ediyor; “barış”ın emperyal güvenlik–enerji blokuna rıza cümlesine indirgenmesine karşı çıkıyor.
Nobel Barış Ödülü, tarihsel olarak halkların en radikal özgürleşme mücadelelerini değil, sistemle uyumlu figürleri onurlandırdı; Machado dosyası bu geleneğin geç faşizme uyarlanmış halkasıdır.
“Barış” söylemi, savaş araçlarının ideolojik tamamlayıcısı hâline gelirken, ödül vitrini fosil kapitalizminin ve güvenlik mimarisinin meşrulaştırıcı yüzü oluyor.Buradan çıkış, barışı toplumsal yeniden üretimin maddi koşullarıyla—geçim, barınma, sağlık, eğitim ve temel hizmetlerle—ilişkilendirmekten geçer. Bu koşulları piyasadan çekip hak olarak kurmayı; aynı zamanda anti-kapitalist, anti-emperyalist ve anti-faşist hattı birleşik bir stratejide toplamayı gerektirir.
Zira Marx’ın işaret ettiği gibi, yanlış bilince karşı “doğru bilinç” yeterli değildir; dönüştürücü praksis gerekir. Dolayısıyla “barış”ı emperyalistlerin dilinden kurtarmak istiyorsak soyut çağrılar değil, somut talepler ve örgütlü eylem hattı yükseltmeliyiz. Hikâyeyi değiştirmek, barışın sözlüğünü anti-kapitalist hat üzerinden yeniden yazmayı gerektirir.